Bana sor sevgili kâri, sana ben söyleyeyim
Ne hüviyette şu karşında duran eş'arım:
Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri;
Ne tasannu'bilirim, çünkü, san'atkârım
Şi'r için ''göz yaşı'' derler; onu bilmem, yalnız
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım ağlatamam; hissederim, söyleyemem,
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzarım!
Oku şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa
Oku, zîrâ onu yazdım iki söz yazdımsa.
M. Akif Ersoy

Kuşatıverir “ağlamak” kelimesi her alanı. Her şey ağlar: taş, toprak, hayvan, insan… İnsanın ağlaması hem çok manidardır hem de hepsinden de çok farklıdır bana göre.


Çilelerin, sıkıntıların, içten dışa doğru açılımın, hal dilinin, aczin, istemenin, pişmanlığın, yıkılmışlığın, bir altın neslin inleyişinin ve feryadının en güzel ifadesidir ağlamak…


Toprak çatlar kurursa. Onun imdadına yetişen yağmur, onun ağlamasıdır. Toprak onunla sulanır ve yıkanır. O, üstündeki tohumları, filizleri yeşertir ve büyütür. Ya şu gafil insanlar?


Bir çocuk, daha doğarken ağlar ve bu nihayete kadar devam eder. Şarkılara söz olmuştur, onun daha doğarken ağlaması.


Söz, çocuktan ve ağlamaktan açılmışken kendimize gerçekten ağlanacak şeyler bulmalıyız.

Çünkü her şeyimizde bir başkalaşma, özden sıyrılma olduğu için ağlayacak şeyleri de iyi idrak etmeliyiz. Bunun tespitini iyice yaptıktan sonra ihlâsı, samimiyeti ihmal etmeden ve riya bataklığına hiç bulaşmadan ağlamamız gerekir. Dahası ağlamamızın biçimini ve yerini de iyi belirlemeliyiz; bazen kuytu bir köşede hıçkırıklarla, bazen kalabalıklar içerisinde sessizce veya içimizin kan ağlamasıyla…


Ağlayacağımız şey bizim için bir tarla, “ağlamak” fiilimiz de bir duanın parçasıdır. Bunun sonunda oluşacak güzel ve tatlı şeyler de bunun meyveleri ve mahsulüdür. Gözyaşları sanki birer inci, onların birleşerek bir araya gelmeleri bir deryadır. Tatları ise pek de lezzetlidir.


Bizler mukaddesatımızın ve milli-manevi değerlerimizin yok edilişine, ayaklar altına alınmasına, tahkir edilmesine, bunlara küfredilmesine ve aslımızı yitirip özümüzden sıyrılmamıza ağlayalım…

Bir vatanın asli evlatlarının ecnebi kadar kadir ve kıymete şayan olamamasına, milli ve manevi değerlerimize nostalji gözüyle bakılmasına veya başkalaştırılmasına, gençlerimizin çeşitli tuzaklarla cayır cayır yanışına, imanın avuçta kor bir ateşi taşımak kadar zor olduğuna ağlayalım…


Ağlayalım… İhlâs ve samimiyeti elden bırakmadan, “Ağlamakla bir yere varılamaz!” düşüncesine saplanmadan, “Son ağlama fayda etmez!” demeden, “Bir ben ağlayarak ne yapabilirim?” demeden ağlayalım…

İşte o zaman bizlere iştirak edenler, bizim yanımızda olanlar mutlaka olacaklardır. Bu ağlamalar ziyadeleşecek, hiç dinmeyecek, çağlayanlar gibi coşacak...

Yukarıda saydıklarımı kurtarırken, bize bu uğurda karşı çıkanları ve bunları heba edenleri gark edecek, birilerinin de akıllarını başlarına getirecektir.


Hem ağlamak ve hem de ağlatabilmek isterim. Ağlarım bazen bunun sebebini soran veya hiç sormadan. Bir teselli edenim olmaz bazen. Ağlatmak isterim, yine ben ağlar fakat ağlattığım hiç olmaz. Belki öldüğümde olur...


Izdırap çektiğimde de, bazen güldüğümde de ağlamak istediğim olur. Demek ki ağlamak böylesine çift yönlü ki hem sevinirken ve hem de üzüldüğümde ağlayabiliyorum.


Ne zaman ağlayan birini görsem içi burkulur ve kendimden bir an tereddütsüz kendimden geçer gibi olurum. Hele hele bu, bir çocuksa, bir mazlumsa, bir mağdursa…


Hiç kimse yoktur ki böyle bir sahne karşısında zorlanmasın, gözyaşlarına da set çeksin. Şayet böyle olamayanlar varsa onların kalpleri, taş gibi katılaşmıştır ve onlar, insanlıklarından bin nebze uzaklaşmışlardır. Yazıklar olsun böyle olanlara. Çünkü taşın bile bir damlacık suyu çıkar.


Bana sorarsanız, zorlanmakla falan asla yetinemem ben: Nerde ağlayan biri görsem, bazen haykırarak ve bazen de iç dünyamda bile kısık bir sesle “Onun suçlusu, benim.” derim.


Şimdi de sizlerle birlikte can-ı gönülden ağlayanları bir ziyaret edelim: Hz. Peygamber daha doğarken “Ümmetim! Ümmetim!..” diye ağlamamış mıydı ve bir duasında “Ağlamayan gözden sana sığınırım.” dememiş miydi?


Çilekeş Eyüp Peygamberin yanakları, ağlarken yarılmamış mıydı? Allah’ın dostu İbrahim Peygamber, ateşler arasında iken berd ü selama erişmemiş miydi? Kutlu çilekeşlere kucak açan Necaşi ve efradı o gün hıçkırıklarını tutamamış ve onların gözyaşları pınarlar gibi süzülmemiş miydi?..


Minberde gülmenin faziletlerini anlatan hatibe Selahaddin Eyyubi “Hocam! Herhalde bunları bana söylüyorsunuz. Söyleyin hocam! Kudüs esirken ben nasıl ağlayabilirim?” dememiş miydi?


İkbal Rasulullah’a kahraman vatan evlatlarımızın şehit makamına ermiş kanlarını götürürken, bir kutlunun en yakın takipçisi “Size üç asırdır ağlayan dertli bir milletin gözyaşlarını getirdim.” dememiş miydi?


Sular gibi çağlasan,
Eyyûb gibi ağlasan,
Ciğergâhı dağlasan ,
Ahvâlini sormaz mı?
Yunus Emre

Yıllarca ağlayıp duruyoruz. Bir yâri kaybetmişiz ve hâlâ onu arayıp duruyoruz. O pırıl pırıl gözyaşları kanla bulandı, gözlerimiz kan çanağına döndü. Öyle ağladık ki artık gözyaşlarımız tükendi. Öyle ağladık ki çağlayanlar, pınarlar bizleri kıskandı. Öyle ağladık ki sema bile bîzar oldu. Belimiz iki büklüm, başlarımız eğik, gönüller mahzun, yarınlar sisli… Ama yâri bulma umudumuzdan hiçbir şeycik kaybetmedik.


Ağlanacak şeylere gülmemek, gülünecek şeylere de ağlamamak, elimizden bir şeyler yapmak geldiği halde “Niye oturmuş, kadınlar gibi ağlıyorsun?” sorusuna muhatap olmamak, malayani veya tamamen faniye yönelik şeylere o güzelim gözyaşlarımızı feda etmemek en büyük hasletimiz olmalıdır. Yoksa bunların faturalarını bir gün çok ağır bir şekilde ödemek zorunda kalabiliriz. Yazıklar olsun bir hiç uğruna ağlayanlara…


Kanlı yaşların yerini incilerin alacağı günlerin gelmesi, bu ağlamaların tohumları filizlendirmesi ve filizleri de yeşertmesi, bunları meyveye ve mahsule dönüştürmesi dileklerimle…