Kökü binyıllara dayanan doğrunun ve hakikatin "ne" olduğu ve nereye dayandığı sorunu ad ve biçim değiştirerek devam ediyor: Eski yunanda temel problem “nomos” ve “physis” idi. Yasanın ilahî mi beşeri mi olduğu üzerinde duruluyordu. Bu damar ortaçağa teokratik krallıklar olarak taşındı ona tepki olarak insan ve ulus merkezli krallıklar ve sonrasında cumhuriyetler ortaya çıktı. Felsefi arka planda ise tümelllerin (bir nevî "cevherlerin") varlığı önceleyen unsurlar mı varlıkla beraber ortaya çıkan bileşik unsurlar mı yoksa varlıktan sonra ona yapıştırılan/yakıştırılan unsurlar mı olduğu tartışması yaşanıyordu.
19. yüzyılda diyalektik-materyalist felsefenin ve bilimin kapısını tutarak ordan kimesnelere geçiş bahşetmeyen, poz kesen pozitif felsefenin vaz ettiği kesin, ölçülebilir gerçekliğin makyajının akması uzun sürmeyecek ve göreceli bir gerçeklik anlayışının alternatif olarak kantara çıkması izleyicilerin ve dahi müridlerin odak noktasını değiştirecekti.
Bu tartışmanın o kadar büyük bir önemi haiz olduğu; siyaset, felsefe sanat ve bilim için temel paradigmanın tohumlarının bu tartışmanın içinde filizlendiği her nedense çok zaman gözden kaçırılmakta, tuhaf kutuplaşmalar içinde sıkışan bireylerin ve kitlelerin kör değil (keşke kör olsa) deli dövüşü yapmaları ideallerin mücadelesi diye pazarlanmaktadır.
Üzerinde yürüdüğümüz yol hangisi olursa olsun bizi bir çeşit determinizme (doğruluğu kendiliğinden sabit "mecburi bir çıkış") götürüyorsa o yol başka birinin yolunu saptıracaktır ve başkalarının yolundansa bizim yolumuzun doğru olduğunu perspektif sıçraması yapmaksızın iddia etmek saflıktır, salaklıktır; safiyâne salaklıktır.
Dağınık kurgumdan dolayı özür dileyerek şu hayırlı (inşaallah) parantezi de açayım: tarihteki tüm üreten adamlar -teorik ya da pratik üretim farketmez- ürettiklerinin soruşturulması yapılmaksızın değerli ya da değersiz kefesine konulamazlar;konulmamalıdırlar. Ancak her nedense insanoğlundaki ve insankızındaki (feminist dalga beni de korkuttu) bağnazlık ve kof müridlikhormonları,militanca bağlanma genleri hiç boş durmuyor ve eleştiri gayretinin (tahkikin) sık sık kesintiye uğramasına neden oluyor. Örnek bağlamında doğu-batı; dinî-lâdinî;ilmî-felsefî ayrımı yapmaksızın platoncu, markist, gazzalici taassupları hatırlatabilirim.
Bu üç müthiş adam tarihin görüp görebileceği en bağnaz takipçilere sahip oldular; kendilerini hiçbir zaman anlamamış olan ve anlama niyetini dahi gütmeyen…
Hakikatin kaynağı olarak insanı gösterdiğimizde bir infilak gösterisinin pimini çekmiş oluruz ve ortaya çıkacak kaotik cümbüşten dolayı hiç kimse diğerlerinden farklı ve diğerlerinden fazla olarak suçlanamaz, sorumlu tutulamaz.
Daha acısı; hakikatin kaynağı olarak sonsuz güç ve yetki sahibi bir varlığı kabul edip onun tercümanlığını "insanlara" yaptırdığımızda öncekini mumla aratacak bir insafsızlık gösterisini başlatırız.
Her hâlükârda taşların (mikrodan makroya tüm varlık aleminin) yerine oturması için hakikatin kaynağı olan gücün hakikati açıklama enstrümanına başvurmak insanlık tarihinin hiç reddedilmeyen ne var ki hiç de kullanılmayan yegâne çaresidir.
Anahtar kelimeler ve cümlecikler nisbetinde değinmek istediğim bu konu tüm insanlık macerasının nirengi noktasıymış gibime geliyor.
Aslında tüm mesele muhteşem Hûd sûresinin ilk iki ayetine başvurup gönülvurup onu üstâd onu mürşid edinip tahkikâne amel etmekle hallolacak derecede açık. Bize kapalı görünen birçok şey apaçık çarelere başvurmayışımızdan değil mi?