Bir yaz akşamı serinkanlılığı ile, bir yaz penceresinden, sıcağın altında oynamaya çalışan çocukları seyrediyordum. "O kaydırak poponu yakar, hem sen nasıl dokundun o demirden salıncak tutacaklarına" diye zihnimi oyaladığımı fark ettim.
Sonra gözüm parkı temizleyen aslında temizlesem mi temizlemesem mi diye çok gönülsüz hareket eden temizlik görevlisine ilişti. Hareketlerini, omuzlarında olan yükü, tahmin etmeye çalıştığım yaşanmışlıklarını, hayal kırıklıklarını, neden bu işi yapmak zorunda olduğunu ne kadar düşündüm bilmiyorum. Bir başkasının hayatından sıkıldım sonra, kendi hayatımdan sıkılmış biri olarak...
Kalktım içine tam gömülebildiğim için yatak olarak daha çok kullandığım koltuğa geçtim.. Çocuk sesleri içeri dolarken sanki çok ciddi bir iş yapan yetişmiş insan olgunluğu ile kanaldan kanala geçtim. Kocasının yüzüne pasta atınca araba kazanan kadınları, ednan beyin aldatılma maceralarını ve mutlaka çok mutlu insan barındıran banka reklamını aşarak haber kanalında durdum.
Sabit kaldım bir müddet, alt yazılara odaklı ve hep başa saran haberleri okumaya başladım. Tuhaf ve bencilce bir doyumsuzlukla yeni bir hadiseden bahsedilsin istiyordum. Yetmiyordu bunca yaşanan acı, savaş, açlık, ağlayan bebek, parçalanan kadın haberi, beni oyalamıyordu daha heyecanlısı olmalıydı, nefsim öyle diyordu.
Hep aynı haberler diye geçirdim zihnimde hiç utanmadım...
Farklı ne olacaktı gerçi? 5000 yıl öncede midesi ekşiyordu insanların, şimdide. Dünyanın bütün tuzaklarını geçebilirse eğer, bu kez de organ yetmezliği yüzünden, takatten düşmüş bir halde ayrılıyordu aramızdan insanlar, şimdi de öyle.
Sıkıcıydı işte yaşamak...
Buzdolabına yürüdüm ne yiyeceğime karar veremediğim onca yiyeceğin arasında yine aynı küstah insan tavrım ile "şu karpuzun bozdolabına sığan modeli neden çıkmıyor" diye geçirdim içimden. Çok büyük diye kesmeye erindim.
Tekrar geçtim yerime Eren Bülbül ilişti gözüme. Geçen sene bu zamanlar işte bir agustos sıcağında...
Türkiye'de ilk defa gündem yetersizliğinden değil, boğazımıza kocaman bir yumru oturdu diye günlerce onu konuştuk. Hayatımıza renk getirdi Eren. (!)
30 yıldır ondan daha büyük ya da daha küçük bir sürü insanımızı eşkıya kurşunu ile kaybetmemize rağmen, Eren neden geldi oturdu tam gözümüzün önüne
Resmine nasıl baktırdı saatlerce?
"Biride çıkıp İyi ki varsın Eren demiyor." cümlesinin neresinde kendimizi bulduk?
Şu panayır dünyada hak ettiğimiz ilgiyi ve takdiri görmediğimiz de omuzlarımızın düşüşünü okuduk belki o cümlede ama, en çok nesiydi neresiydi bizi anlatan?
Şu iki yüzlü insanların arasında, arkamızdan konuşanları öğrendiğimizde ki hayal kırıklığını okuduk diye mi sahip çıktık o kadar Eren'e?
Şu çıkar amaçlı kurulan birliktelikler de hak ettiğimiz yere ancak ölürsek gelebileceğimizi okuduk diye mi günlerce gündem yaptık onu, duyar kastık?
Sonra üstüne başına baktık Eren'in. Arkasına sisli yemyeşil dağları almış, bıyıkları yeni terlemiş hafif mahcup ceket altı yeleği ile çok bizden...
Sonra gözüm parkı temizleyen aslında temizlesem mi temizlemesem mi diye çok gönülsüz hareket eden temizlik görevlisine ilişti. Hareketlerini, omuzlarında olan yükü, tahmin etmeye çalıştığım yaşanmışlıklarını, hayal kırıklıklarını, neden bu işi yapmak zorunda olduğunu ne kadar düşündüm bilmiyorum. Bir başkasının hayatından sıkıldım sonra, kendi hayatımdan sıkılmış biri olarak...
Kalktım içine tam gömülebildiğim için yatak olarak daha çok kullandığım koltuğa geçtim.. Çocuk sesleri içeri dolarken sanki çok ciddi bir iş yapan yetişmiş insan olgunluğu ile kanaldan kanala geçtim. Kocasının yüzüne pasta atınca araba kazanan kadınları, ednan beyin aldatılma maceralarını ve mutlaka çok mutlu insan barındıran banka reklamını aşarak haber kanalında durdum.
Sabit kaldım bir müddet, alt yazılara odaklı ve hep başa saran haberleri okumaya başladım. Tuhaf ve bencilce bir doyumsuzlukla yeni bir hadiseden bahsedilsin istiyordum. Yetmiyordu bunca yaşanan acı, savaş, açlık, ağlayan bebek, parçalanan kadın haberi, beni oyalamıyordu daha heyecanlısı olmalıydı, nefsim öyle diyordu.
Hep aynı haberler diye geçirdim zihnimde hiç utanmadım...
Farklı ne olacaktı gerçi? 5000 yıl öncede midesi ekşiyordu insanların, şimdide. Dünyanın bütün tuzaklarını geçebilirse eğer, bu kez de organ yetmezliği yüzünden, takatten düşmüş bir halde ayrılıyordu aramızdan insanlar, şimdi de öyle.
Sıkıcıydı işte yaşamak...
Buzdolabına yürüdüm ne yiyeceğime karar veremediğim onca yiyeceğin arasında yine aynı küstah insan tavrım ile "şu karpuzun bozdolabına sığan modeli neden çıkmıyor" diye geçirdim içimden. Çok büyük diye kesmeye erindim.
Tekrar geçtim yerime Eren Bülbül ilişti gözüme. Geçen sene bu zamanlar işte bir agustos sıcağında...
Türkiye'de ilk defa gündem yetersizliğinden değil, boğazımıza kocaman bir yumru oturdu diye günlerce onu konuştuk. Hayatımıza renk getirdi Eren. (!)
30 yıldır ondan daha büyük ya da daha küçük bir sürü insanımızı eşkıya kurşunu ile kaybetmemize rağmen, Eren neden geldi oturdu tam gözümüzün önüne
Resmine nasıl baktırdı saatlerce?
"Biride çıkıp İyi ki varsın Eren demiyor." cümlesinin neresinde kendimizi bulduk?
Şu panayır dünyada hak ettiğimiz ilgiyi ve takdiri görmediğimiz de omuzlarımızın düşüşünü okuduk belki o cümlede ama, en çok nesiydi neresiydi bizi anlatan?
Şu iki yüzlü insanların arasında, arkamızdan konuşanları öğrendiğimizde ki hayal kırıklığını okuduk diye mi sahip çıktık o kadar Eren'e?
Şu çıkar amaçlı kurulan birliktelikler de hak ettiğimiz yere ancak ölürsek gelebileceğimizi okuduk diye mi günlerce gündem yaptık onu, duyar kastık?
Sonra üstüne başına baktık Eren'in. Arkasına sisli yemyeşil dağları almış, bıyıkları yeni terlemiş hafif mahcup ceket altı yeleği ile çok bizden...
Bize benzemese yine ağıtlarımız aynı içtenlik ile mi olacaktı?
Daha şu alıngan cümlesini okur okumaz, daha şu arkasını sislere yaslamış oğlana bakar bakmaz, onda artık bizimle birlikte tarih olduğunu sandığımız hepimize ait bir gençlik ve bir yüz bulduk diye mi yani yine onun için değil kendimiz için mi ailesini baş tacı ettik bilmiyorum.
İşte şurada, Maçka’nın uzak mahallelerinden birinde 13 çocuklu bir kadının çocuklarından birinin, bir delikanlının cepkeninin altında hala yaşıyormuşuz meğerse, bunu görmek ve varlığını bilmek miydi bize iyi hissettiren şey?
Onun varlığından, fakirliğinden, kırılmışlıklarından, hayallerinden, sevdalarından ancak o öldüğün de haberdar olduk. Öldükten sonra başımıza gelecek olanı çok net gördük. Bir cümleye çıkılan samimiyetsizliği gördük ondan mı içimiz bir tuhaf oldu?
Onu sadece eşkıya kurşunlarından koruyamadığımız için değil, yeterince ilgilenemediğimiz için, saçlarını okşayıp gönlünü alamadığımız için, çocuk yaşta sırtına çok fazla odun yükleyip taşıttığımız için, “Eren, iyi ki varsın” diyemediğimiz için de ayrıca pişmanlık duyduk, iki yüzlülüklerimiz ile mi burun buruna geldik, onun şokumuydu bizi ayağa kaldıran?
Sahi Eren kimdi?
Bir alt yazı karakteri mi yoksa günlük gündem çerezi miydi?
Daha şu alıngan cümlesini okur okumaz, daha şu arkasını sislere yaslamış oğlana bakar bakmaz, onda artık bizimle birlikte tarih olduğunu sandığımız hepimize ait bir gençlik ve bir yüz bulduk diye mi yani yine onun için değil kendimiz için mi ailesini baş tacı ettik bilmiyorum.
İşte şurada, Maçka’nın uzak mahallelerinden birinde 13 çocuklu bir kadının çocuklarından birinin, bir delikanlının cepkeninin altında hala yaşıyormuşuz meğerse, bunu görmek ve varlığını bilmek miydi bize iyi hissettiren şey?
Onun varlığından, fakirliğinden, kırılmışlıklarından, hayallerinden, sevdalarından ancak o öldüğün de haberdar olduk. Öldükten sonra başımıza gelecek olanı çok net gördük. Bir cümleye çıkılan samimiyetsizliği gördük ondan mı içimiz bir tuhaf oldu?
Onu sadece eşkıya kurşunlarından koruyamadığımız için değil, yeterince ilgilenemediğimiz için, saçlarını okşayıp gönlünü alamadığımız için, çocuk yaşta sırtına çok fazla odun yükleyip taşıttığımız için, “Eren, iyi ki varsın” diyemediğimiz için de ayrıca pişmanlık duyduk, iki yüzlülüklerimiz ile mi burun buruna geldik, onun şokumuydu bizi ayağa kaldıran?
Sahi Eren kimdi?
Bir alt yazı karakteri mi yoksa günlük gündem çerezi miydi?