Eskiden tıp bu kadar gelişmemişken sadece küçük bir bakteri bile insanların ölümüne yol açıyormuş. Düşünsenize grip oluyorsunuz o sırada helvanız kavrulmaya başlıyor, "fıstıklı severim ben" diyor oradan biri.

Burnun akmaya başladığı anda kefen piyasası hareketleniyor, tabutçular fiyat sunuyor aileye, parayla yasin okuyan köyün imamı o sene kendine yazlık falan bakıyor, öyle bir ortam.

Mesela 18. Yüzyılın başlarında ortaya çıkan Marsilya Vebası yüzünden 100 milyon kişi ölmüş 1765 yılının nüfus oranı 1720'lerin nüfus oranına gerilemiş. Ya da İspanyol gribi birinci dünya savaşının bitmesine sebep olacak kadar büyük bir salgınmış. 50 milyon insan bu grip yüzünden ölmüş o dönem.

Bu çağın vebası da şeksiz şüphesiz bana göre cep telefonu bağımlılığı ve onun beraberinde getirdiği onaylanmama kaygısı, kıskançlık, bencillik, kibir gibi hastalıklar.

Cep telefonundan beş dakika ayrı kalan insanların artık yoksunluk ile beraber mutsuzluk hissettiği zamanlardan geçiyoruz.

Günlük hayatında yeterince takdir göremeyen insanların sosyal medya ile takdir edilme açlığı doyuyor, aslında özgüveni yerlerde olan kadının buralarda mutlaka bir alıcısı çıkıyor. Hayatta ki en büyük başarısı okeyi doğru zamanda atmak olan adamların, burada Suriye savaş stratejisti olmalarını da yine bu bağlamda değerlendirmek lazım.

Sigara bağımlılığı gibi birazda.

Birine mi kızdın, kendini değersiz mi hissettin, derdini yeterince anlatamadığını mı düşünüyosun, çevrendeki insanlar değerini bilmiyor mu, sahip olduğun bir şeyi göstermek mi istiyorsun yap oradan bir paylaşım gelsin beğeniler "vay abi ne harikasın senler", "bugün yine ortalığı yakıyorsun Şevket abiler" keyfin yerine gelsin.

Ama işte bu ihtiyaçlar yine sigara bağımlılığı gibi her yarım saatte bir nüksedince ortamlarda "ben dudak tiryakisiyim aslında içime çekmiyorum" dersin kim bilecek.

***

Anadolu'da kadının birinin kocası çok dindarmış. İbadet ile meşgul olmaktan karısı ile pek ilgilenmezmiş tabi.

Artık kadının canına nasıl tak ettiyse evi terk etmeye karar vermiş. Kapıdan çıkarken dönmüş "zabah Guran ağşam Guran gevur olsun sende duran" demiş çarpmış kapıyı çıkmış gitmiş.

Hikaye bu tabi, oldu mu olmadı mı bilmiyorum.

Türk milleti olarak duygularımızı ve eylemlerimizi abartmaya bayılıyoruz. Kıskanıyorsak sevdiğimizi "henüz üç yaşında bir kardeşim var seni ondan bile kıskanıyorum" seviyesinde yaşıyoruz o duyguyu. Ya da tam tersini yapıp "nikah masasına çağır sevgilim istersen şahidin olurum senin" diye hümanizmin dibini sıyıran Polyanna'ya dönüşüyoruz. Hiç "ortası olsun" dediğimiz yok.

Bu dengesiz duygu durumlarımız yüzünden bazen adaletin terazisi şaşıyor ister istemez. Bazen hiç olmayacak adamlara olmayacak payeler veriyoruz. Sonra o adamlar başımızda savaş uçakları gezdiriyor. Bazen de aslında oturup bir konuşsak çok seveceğimiz adamlara karşı önyargılı davranıyor iletişim olanağını kaçırıyoruz.

Şifa aradığımız hocalar, kısmet beklediğimiz telli babalar, bagajda taşıdığımız sopalar, stadlarda çıkan kavgalar, düğünlerde kesilen karton pastalar hep bu dengesiz ruh ve eylem dünyamızın tezahürü belkide.

Oysa "İslam nedir" sorusuna düşünmeden "dengedir" dememiz gerekiyor. Dünya ve ukba arasında muazzam bir dengeyi sağlayanların ancak dengesini kaybetmeden sırat köprüsünden geçeceğine iman etmiş insanlarız.