100 kişilik bir yemekte benim oturduğum yeri hemen bulabilirsiniz. Kesin ekmek falan dökmüşümdür oraya. Nerede en çok ekmek kırıntısı varsa orası benim kalktığım yerdir. Hansel ile Gratel atalarım mübarek, öyle bir saçıp savma. Öyle bir kendini kaybediş yemek sırasında.
Baştan aşağı tertemiz giydirin, kusursuz şekilde dışarı gönderin yarım saat sonra ya üstüme bir şey dökülmüştür ya gidip pis bir yere oturmuşumdur ya bir yerini takmışımdır ya sökmüşümdür.
Eğer bir yerde mükemmellik varsa oradan ya ben geçmemişimdir ya da güzel yapayım derken diğer bir çok şeyi yıkıp yok etmişimdir.
Mükemmel işler yaptığımı mı düşünüyorsunuz? İyi bakın bir daha bakın, mükemmel yapmışsam bile kesin bir yerlerde bozduğum bir şeyler vardır.
İnsan ilişkilerim de böyle benim.
Kendi kişisel olgunluk yolculuğuma devam ederken ya ardımda hep enkaz bıraktım ya enkaz gibi yıkıldım kaldım.
Elime yüzüme bulaştırdım çoğu zaman çoğu şeyi.
Çünkü insanım...
Sosyal medya hayatımıza girdiğinden beri herkes en milliyetçi vatandaş en dindar Müslüman en güzel kadın en yakışıklı erkek en iyi anne en ailesine düşkün baba en hayırlı evlat en romantik adam gibi çıkıyor vitrine.
Sonra içeri bir giriyorsun, mağazada mal yok. Raflar boş, olanlar da eski. Yerler kirli, tezgahlar tozlu. Ne yeni bir şey alınmış ne yatırım yapılmış dükkana.
Koşarak çıkıyorsun oradan vakit kaybetmemek için.
Çoğu kişi de benim hayatımdan koşarak çıkıp gitmiştir böyle. Benim sadece vitrini güzel bir balon olduğumu anlayıp, İlyas Salman gibi topuklayıp kaçan çok olmuştur hayatımdan.
Kaybettiklerime ve kaybettiklerimin değerine bakınca, işin vitrinde değil sermaye gücünde olduğunu anlayalı bu yüzden çok olmadı.
İnsan yanlarımı, yani dikkatsizliklerimi yani hırslarımı yani pansuman yaptığımı zannettiğim tüm yaralarımı yani kendimi kabullenince, mağazada eksik raflar neden boş vitrine sermaye yatırmak neden o kadar anlamsız, anlamaya başladım.
Vitrine biri gelip taş atıp kırmadan elime taşı alıp ondan önce ben kırarak başladım işe. Sonra rafları sildim gözyaşlarım ile sonra yeni gözyaşları biriktirip onlarla da yerleri. Sildikçe ben, gücümü vere vere ovdukça sildiğim yerlerde aksimi görmeye başladım. Kendimden tiksindim...
Yeni ürün gerekiyordu raflara koymak için ama önce çer çöpü temizlemek atmak lazımdı. Ne kadar yüreğime dert, ruhuma kasvet ve kalabalık yapan şey varsa attım mağazadan. Hani imkan olsa kendimi de atacağım da dükkan üstüme zimmetli ecel gelene kadar, yapamıyorum.
Şimdi mağaza geçen yıla göre hatta geçen aya göre daha nitelikli. Ama hala çok eksik çok kusurlu. Hala belkide biri içeri girse, İlyas Salman'a rahmet okutur kaçarken.
Ama bu defa üzülmem sanırım...
Çünkü artık kırıntılarımı topluyorum kalkınca. Hem, söküğümü de dikmeyi pis yere oturmama konusunda da daha dikkatliyim.
Bunları başarmaya başladıysam, neden hayatımdan kaçıp gidenlere üzülmemem gerektiğini öğrenemeyim ki?
Ha bir de, toz almayı öğrendim ben. Lekeleri çıkarmak için en iyi metodun da yüzünü yakan gözyaşları olduğunu öğrendim.
Ama yeniden başlamayı bile öğrenen ben hala sebepler dairesinin yarı çapı kaçtır öğrenemedim.
Baştan aşağı tertemiz giydirin, kusursuz şekilde dışarı gönderin yarım saat sonra ya üstüme bir şey dökülmüştür ya gidip pis bir yere oturmuşumdur ya bir yerini takmışımdır ya sökmüşümdür.
Eğer bir yerde mükemmellik varsa oradan ya ben geçmemişimdir ya da güzel yapayım derken diğer bir çok şeyi yıkıp yok etmişimdir.
Mükemmel işler yaptığımı mı düşünüyorsunuz? İyi bakın bir daha bakın, mükemmel yapmışsam bile kesin bir yerlerde bozduğum bir şeyler vardır.
İnsan ilişkilerim de böyle benim.
Kendi kişisel olgunluk yolculuğuma devam ederken ya ardımda hep enkaz bıraktım ya enkaz gibi yıkıldım kaldım.
Elime yüzüme bulaştırdım çoğu zaman çoğu şeyi.
Çünkü insanım...
Sosyal medya hayatımıza girdiğinden beri herkes en milliyetçi vatandaş en dindar Müslüman en güzel kadın en yakışıklı erkek en iyi anne en ailesine düşkün baba en hayırlı evlat en romantik adam gibi çıkıyor vitrine.
Sonra içeri bir giriyorsun, mağazada mal yok. Raflar boş, olanlar da eski. Yerler kirli, tezgahlar tozlu. Ne yeni bir şey alınmış ne yatırım yapılmış dükkana.
Koşarak çıkıyorsun oradan vakit kaybetmemek için.
Çoğu kişi de benim hayatımdan koşarak çıkıp gitmiştir böyle. Benim sadece vitrini güzel bir balon olduğumu anlayıp, İlyas Salman gibi topuklayıp kaçan çok olmuştur hayatımdan.
Kaybettiklerime ve kaybettiklerimin değerine bakınca, işin vitrinde değil sermaye gücünde olduğunu anlayalı bu yüzden çok olmadı.
İnsan yanlarımı, yani dikkatsizliklerimi yani hırslarımı yani pansuman yaptığımı zannettiğim tüm yaralarımı yani kendimi kabullenince, mağazada eksik raflar neden boş vitrine sermaye yatırmak neden o kadar anlamsız, anlamaya başladım.
Vitrine biri gelip taş atıp kırmadan elime taşı alıp ondan önce ben kırarak başladım işe. Sonra rafları sildim gözyaşlarım ile sonra yeni gözyaşları biriktirip onlarla da yerleri. Sildikçe ben, gücümü vere vere ovdukça sildiğim yerlerde aksimi görmeye başladım. Kendimden tiksindim...
Yeni ürün gerekiyordu raflara koymak için ama önce çer çöpü temizlemek atmak lazımdı. Ne kadar yüreğime dert, ruhuma kasvet ve kalabalık yapan şey varsa attım mağazadan. Hani imkan olsa kendimi de atacağım da dükkan üstüme zimmetli ecel gelene kadar, yapamıyorum.
Şimdi mağaza geçen yıla göre hatta geçen aya göre daha nitelikli. Ama hala çok eksik çok kusurlu. Hala belkide biri içeri girse, İlyas Salman'a rahmet okutur kaçarken.
Ama bu defa üzülmem sanırım...
Çünkü artık kırıntılarımı topluyorum kalkınca. Hem, söküğümü de dikmeyi pis yere oturmama konusunda da daha dikkatliyim.
Bunları başarmaya başladıysam, neden hayatımdan kaçıp gidenlere üzülmemem gerektiğini öğrenemeyim ki?
Ha bir de, toz almayı öğrendim ben. Lekeleri çıkarmak için en iyi metodun da yüzünü yakan gözyaşları olduğunu öğrendim.
Ama yeniden başlamayı bile öğrenen ben hala sebepler dairesinin yarı çapı kaçtır öğrenemedim.