Geçen sene şubat ayıydı sanırım, ciddi bir rahatsızlık geçirdim. Romatizmal bir hastalığı böbrek ağrısı zanneden bir yurdum doktoru yüzünden de epey vakit kaybettim.
Kaybettiğim bu vakit süresince bana perhiz yapmamı tavsiye etti. Çok tuzlu ve tatlı şeylerden uzak durmalıydım. Nutella kavanozunda sörf yapabilen, sütlaç için annesine yalakalık yapabilme yeteneğine sahip biri için zor oldu evet.
Yemediğim tek tatlı var, vişne reçeli....
Bir şey ya tatlı olur ya ekşi, ama ortası olunca ben kararsız kişiliği yüzünden kendisi ile epey bozuğum. Delikanlı olsun adam olsun başıma taç edeyim, yanar döner bir kişilik vişne reçeli!
O sofraya gelip gelip giden gözümde o kadar değerli bir şey oldu ki bu süreçte "ya bi iyi olayım, iyileştikten sonra ne kadar piyasada vişne reçeli var hepsini ben yiyeceğim" demeye başladım.
Perhiz yapmamın hastalığım ile alakası olmadığını saolsunlar üç ay sonra fark etti doktorlar. Ben bu üç ayda rüyalarımda bile kızarmış ekmeğe vişne reçeli sürdüm durdum.
Perhiz bitince koşa koşa marketten vişne reçeli aldım bıçağın ucu ile ekmeğe sürdüm, o lokmayı yine eskiden olduğu gibi çok zor yutup ağzımda bıraktığı kekremsi tat yüzünden üzerine de su içtim.
Beni vişne reçeline bu kadar hasret kılan, hırs yaptıran şey şeker eksikliği değildi, "engellenme" öfkesiydi.
"Bu hayatta insanı en çok ne öfkelendirir" diye sorarsanız, hiç düşünmeden "engellenmek" duygusu diyebilirim. Bütün öfkelerin alt metnini, psikolojik yolculuğunu izlediğiniz zaman hepsinin kaynağında "engellenme" olduğunu görebilirsiniz.
28 Şubat sürecinde İslami camianın "dava" bilinci bana göre aynı sebepten çok canlıydı. O zaman bestelenen ezgileri dinlediğim zaman "ya hu diyorum bu adamlar ne yaşamış olabilir ki bu eserleri çıkarabilmiş?"
Ya da bir davanın temsilcisi olduğunu söyleyen kadınların örtünme şekillerine bakıyorum, başörtüsü eylem fotoğraflarına göz gezdiriyorum hemen hemen hepsi gerçek tesettür ile korkunç bir dava gerilimi içindeler.
Sonra rüzgar tersine dönmeye, Müslümanlar özgürleşmeye (!), mücahitler müteahhit olmaya başlayınca belki de o dava gerilimi yerini rahatlığa bırakmaya başladı. Ne de olsa kendileri için düşünen bir reisleri vardı artık. Onların bu işleri düşünmeye ihtiyacı kalmadı, cam filmi konusuna kadar el atan koşan bir Erdoğan arkalarındaydı.
O zaman İslami tatil adı altında İslami Villa kiralayabilir, Ala Dergisi çıkarabilir, Tekbir defilelerinde sipariş verebilirlerdi. Öyle ya onları engelleyen hiç bir şey kalmamıştı artık. Neyi dert edip en afilli sloganlarını nerede atacaklardı?
28 Şubat dönemi öncesi ve sonrası "İslami Dava" sürecinin yaşadığı evrim, benim vişne reçeli macerama ne kadar da benziyor.
Müslüman kadınlar kılık kıyafet sorunu yaşarken bile bugün ki kadar deformasyona uğramamışlardı. Müslüman erkeklerin müslüman olduklarına dair tek emare sakalları değildi o zaman.
Müslüman kadın demek, inancını aksiyona çeviren demekti, şimdi inancını fraksiyona çevirmek oldu.
Ne kadar çok slogan bilirsen o kadar çok itibar gördüğün dönemde ne reçelin tadı kaldı ne vişnenin...
Kaybettiğim bu vakit süresince bana perhiz yapmamı tavsiye etti. Çok tuzlu ve tatlı şeylerden uzak durmalıydım. Nutella kavanozunda sörf yapabilen, sütlaç için annesine yalakalık yapabilme yeteneğine sahip biri için zor oldu evet.
Yemediğim tek tatlı var, vişne reçeli....
Bir şey ya tatlı olur ya ekşi, ama ortası olunca ben kararsız kişiliği yüzünden kendisi ile epey bozuğum. Delikanlı olsun adam olsun başıma taç edeyim, yanar döner bir kişilik vişne reçeli!
O sofraya gelip gelip giden gözümde o kadar değerli bir şey oldu ki bu süreçte "ya bi iyi olayım, iyileştikten sonra ne kadar piyasada vişne reçeli var hepsini ben yiyeceğim" demeye başladım.
Perhiz yapmamın hastalığım ile alakası olmadığını saolsunlar üç ay sonra fark etti doktorlar. Ben bu üç ayda rüyalarımda bile kızarmış ekmeğe vişne reçeli sürdüm durdum.
Perhiz bitince koşa koşa marketten vişne reçeli aldım bıçağın ucu ile ekmeğe sürdüm, o lokmayı yine eskiden olduğu gibi çok zor yutup ağzımda bıraktığı kekremsi tat yüzünden üzerine de su içtim.
Beni vişne reçeline bu kadar hasret kılan, hırs yaptıran şey şeker eksikliği değildi, "engellenme" öfkesiydi.
"Bu hayatta insanı en çok ne öfkelendirir" diye sorarsanız, hiç düşünmeden "engellenmek" duygusu diyebilirim. Bütün öfkelerin alt metnini, psikolojik yolculuğunu izlediğiniz zaman hepsinin kaynağında "engellenme" olduğunu görebilirsiniz.
28 Şubat sürecinde İslami camianın "dava" bilinci bana göre aynı sebepten çok canlıydı. O zaman bestelenen ezgileri dinlediğim zaman "ya hu diyorum bu adamlar ne yaşamış olabilir ki bu eserleri çıkarabilmiş?"
Ya da bir davanın temsilcisi olduğunu söyleyen kadınların örtünme şekillerine bakıyorum, başörtüsü eylem fotoğraflarına göz gezdiriyorum hemen hemen hepsi gerçek tesettür ile korkunç bir dava gerilimi içindeler.
Sonra rüzgar tersine dönmeye, Müslümanlar özgürleşmeye (!), mücahitler müteahhit olmaya başlayınca belki de o dava gerilimi yerini rahatlığa bırakmaya başladı. Ne de olsa kendileri için düşünen bir reisleri vardı artık. Onların bu işleri düşünmeye ihtiyacı kalmadı, cam filmi konusuna kadar el atan koşan bir Erdoğan arkalarındaydı.
O zaman İslami tatil adı altında İslami Villa kiralayabilir, Ala Dergisi çıkarabilir, Tekbir defilelerinde sipariş verebilirlerdi. Öyle ya onları engelleyen hiç bir şey kalmamıştı artık. Neyi dert edip en afilli sloganlarını nerede atacaklardı?
28 Şubat dönemi öncesi ve sonrası "İslami Dava" sürecinin yaşadığı evrim, benim vişne reçeli macerama ne kadar da benziyor.
Müslüman kadınlar kılık kıyafet sorunu yaşarken bile bugün ki kadar deformasyona uğramamışlardı. Müslüman erkeklerin müslüman olduklarına dair tek emare sakalları değildi o zaman.
Müslüman kadın demek, inancını aksiyona çeviren demekti, şimdi inancını fraksiyona çevirmek oldu.
Ne kadar çok slogan bilirsen o kadar çok itibar gördüğün dönemde ne reçelin tadı kaldı ne vişnenin...