Yanlış anlaşılmasın, ben şiddete karşı filan değilim. Şu ayarı bozuk dünyada sadece çok ama çok fazla şeye karşıyım. Bu cümleleri popüler gündem nedeniyle yazmıyorum... Kavramın kendisi çok yanlış anlamda kullanılıyor. Müdahale etmeyi gerekli gördüğüm için yazıyorum.

Şiddet bir ihtiyaçtır. Adalet denen terazi, hak edene hakedildiği gibi davranılmasını gerektirir. Öldüren, öldürülür; güldüren güldürülür... Aldatan, azgınlık yapan ve toplumun ruhuna meydan okuyanın, varlığına meydan okunur. Bunun adı, şiddet veya başka bir şey, ne olursa olsun, bu durumda dengeli bir sonuç sağlamak için gereklidir. Sadece toplumsal şiddeti kasdetmiyorum, bireysel şiddetten de bahsediyorum.

Nasıl ki yemek bir ihtiyaç... Çok yemek, haddi aşmak ve hastalık sebebi... Çok uyumak gibi veya haddi aşan cinsellik gibi... Ya da nefret ve sevme ikilemi gibi...

Şiddete karşı olmak saçma bir durum ve algı sapmasıdır. Çünkü her şiddet zulüm değildir ve bazı şiddetler adalettir...

Şiddet kavramını, diktatörlük veya sertlik yanlısı kelimelerin tekeline bırakırsak, çok büyük bir yanlış olur. Şiddet başlı başına bir kavramdır, esaret kabul etmez. Toplumda taşlar bağlanıp, köpekler serbest bırakılırsa, bunun sonucu anarşidir...

Şiddet, daha fazla şiddet doğurmaz. Sadece zulüm ve haksızlık daha fazla zulüm ve haksızlık doğurur.

Lütfen, Türkçe konuşuyorsak ve konuşacaksak, kelimelerin kök anlamlarını iyi bilelim. Öyle günlük 100 kelimeyi geçmeyen bir 
kapasite ile laf salatası, sadece ve sadece kısır polemiklere yol açar.

Doğru kelimelerle konuşan insanlar, doğru şekilde anlaşır.

Şimdi sırada hangi kavram var?

***

Gaziantepliler iyi dinleyin... Durum buysa ve susuyorsanız aynı gazab sizi de bulacak... İnanın buna... Aynen Iraklı muhacirlere sizin gibi davranan Suriyelilerin başına gelenler gibi...

Hikaye şu:

14 - 15 yaşlarında iki tane Suriyeli çalışan çocuk tanıdım. Biri tamircide, diğeri bir markette çalışıyor. Çakı gibi çocuklar. Genç adam işi yapıyorlar... Hiç itiraz yok. Maaşlarını sordum, yarım maaş. Patronlarına "durum niye böyle?" dedim...

Anlattılar. Ailelerine de yardım ettiklerini, kiralarını ödediklerini.

Sorduğuma utandım. Teyid de ettim, doğruymuş.

Çocukların ikisi, başka şeyler de anlattı. Ortak kısmı şu:

"Antep'te çok dayak yedik. Her gün... Bazen kovalıyorlardı. Oradan kaçtık, kurtulduk. Burası çok rahat."

Nefes almadan, üç porsiyonluk rahat (?!) çalışmalarını da izledim ikisinin de...

Bakın Antepliler... Doğruysa bunlar, merak etmeyin, size de hesap sorulur. O gün geldiğinde bir daha "gazi" olmak zorunda kalabilirsiniz...

Eğer ki içinizden bir grup, bu konuda emri maruf ve nehyi münker yapmıyorsa, başınıza gelecek gazabı Hz. Kuran müjdeliyor; ben değil.

Ben sadece bir dost uyarısı yapıyorum.

***

Ezan Arapçadır...

Suyun tadsız olması, taşın sert olması, bebeğin sevimli olması, aşkın güzel, ayrılık ve biberin acı olması gibi; gözün görmesi ve kulağın işitmesi gibi Ezan'ın Arapça olması nev'i şahsına münhasır bir özelliktir. Bu durum Kamçatka'dan Brezilya'ya, Sankt Petergburg'dan Yohannesburg'a ve Pekin'den Mekke'ye kadar her yerde böyledir.

Şimdi... Ey Ezanın Türkçe okunmasını isteyen zavallı ve sefil mahlukatlar, size soruyorum: "Çift cinsiyetli olmadığınızdan emin misiniz?"