Bir anne, bir baba ve bir kardeş... Ama bizler gibi değil, onların coğrafyası farklı.

Bir annenin çocuğuna olan tutkusu, yaşanmadan anlaşılmaz. Buyrun anlayın.

Bangladeş Leda Kampı’nda bir anne diyor ki: 
“Ben kocamı Naf Nehri’nde kaybettim. Kardeşlerim, bütün tanıdıklarım... Ya öldüler, ya da Budist milisler götürdü, ölümden daha kötüsünü yaşıyorlar. Gidecek bir yerim yok, kimsem yok… Şu gördüğünüz barakamda bakın hiçbir şeyim yok. Bir Allah’a güvendim… Şimdi geldiniz çocuğuma sahip çıktınız… Eğer siz gelmeseydiniz, şeytan da gelseydi çocuğumu verecektim, alıp götürün diyecektim..."

Ya bir babanın çaresizlikle imtihanı... Belki kelimelere dökülür ama ne kadar anlaşılabilir.

Halepli Mahmud anlatıyor:
"Elbette kalıp savaşmak isterdim. Ben her şeyimi orada bıraktım. Üç kızım kaldı orada, birini İŞİD götürdü. Birinin kocasını Esed asker yaptı. Birinden haberim yok. İki oğlum kaldı orada... Esed ve Nusra'da birbirleri ile savaşıyor. 
Üç tane restoranım vardı. Biri ikiyüz yıllık tarihi... Türkiye'den televizyon gelip çekim yapardı. 
İraklılar savaş sırasında bize çok gelmişti... Çok yemek vermiştim ama fazla sahip çıkmamıştık. 
İki karım vardı. Biri yanımda, diğerinden haberim yok. 
Şimdi bu iki küçük oğlum var yanımda. Ekmek yok. Para yok. Ev yok."

Mahmud daha çok şey anlatmıştı. Çalışıyormuş inşaatta. Kaza geçirmiş yatıyordu en son. İhtiyaçları için zengin tanıdıklardan birini yönlendirmiştim.

Geçenlerde Doğu Türkistanlı M. ile konuşmuştum. Çok şeyler anlatmıştı...
"Türkiye çok önemli. Mısır Ezber biliyor musun? Öğrenci idim orada. Namaz kılan bütün Türkistanlıları hapse attılar. 4 ay kaldım. Sonra mecburi çalışma vardı, kaçtım. 
Kimlik yok. Pasaport yok. Annem orada kaldı, Türkistan'da... Babamı öldürdüler. Çin askerleri değil, komünist Türkler öldürdü. 
Şimdi ablam işte... Okuyordu 4 dil biliyor. Çok akıllı çalışıyor. Ben Suriye'ye savaşa gitmek istiyorum. Para da veriyorlarmış."

Mazlum coğrafyaların sahibi olan, onların duasını alan iki cihanda da sultan olur. Ama kibir ve bencilliğin zirvesinde, dünya sadece kendine aitmiş gibi düşünen bencil ve egoist kişilikler bunu anlayamaz. Zaten bu durumu anlayışla karşılamayan insanın vicdanî düşüncesi arızalıdır.

Din olgusunun en büyük kaynağı vicdandır. Vicdanı olmayanın dini olmaz.

Merhamet etmeyene merhamet edilmez. Kalbi kararmışların, vicdanı olmayanların insanlıklarından söz edilemez.

Sofradaki iki kişilik bir aş, üç kişiyi doyurur. Sadece Türkiye'de bir yılda çöpe giden ekmekler Afrika'nın üç aylık ihtiyacını karşılar.

Giymediklerimiz belki de onlarca orduyu giydirir. Dedem Yemen savaşından geldiği hırka ile Kafkas Cephesine savaşa gitmişti.

Neyin kafasında ve neyi yaşıyoruz?
Seçim öncesindeyiz... Kullandığımız rey, seçeceğimiz lider en başta hesap vereceğimiz bir imtihandır.

Bilincinde olalım.
Allah herşeyi bilen ve görendir. 
Selam ve dua ile.

***

Ve günün içinden birkaç satır...

Bugün dolaştım biraz.

Kadıköy Meydan... Vapura bineceğim. Binmeden önce 'Tübitak Bilim Teknik dergisi alsam mı, almasam mı?' kararsızlığı yaşıyorum. Duruyorum... Etrafa bakıyorum.

Meydan HDP'lilerin tekelinde. Gelene geçene neredeyse zorla broşür verme, halay çekme, nutuklar... Son çırpınışın hırslı militanları harıl harıl çalışıyorlar... İzliyorum.

Birden, karşımda bir genç... Tam bir tutam uzunluğunda molla sakalı, sıfır numara bıyık, kısa saç, yakasız beyaz bir gömlek, şalvar pantalon. Tam sünnete uygun bir giyim. Oldukça yakışıklı ve uzun boyluca bir genç... Nasıl desem, Cübbeli Ahmed Hocanın oldukça yakışıklısı... Sadece cübbesi eksik.

Bir ara gözgöze de geldik. Selam da verecektim de anlık bir durum olmuştu.

Dergi alıp vapura öyle binecektim ama arada şu HDP'li zottiriklerin halayı olmasa iyiydi.

Kararsızlığım sürerken bir ses...
"Çok bekledin mi aşkitom..."
"Olsun canım."
Tam önümde... Az önce bahsettiğim cübbesiz, sıfır numara bıyıklı ve bir tutam sakallı delikanlı... Kız ile önce sarıldılar, kısa öpüştüler.

Kız mini şort pantalonlu pardon külot pantalonlu, bel açık, göğüs hizasında askılı sütyenvari bir kumaş parçası tutuşturulmuş... Kısacık boylu ve zayıfça...

Öpüşme ve bakışma faslı bitti. Kız, cüppesiz sakallı delikanlının koluna girdi, gittiler.

Şaşırmadım desem yalan olur. Dünya hali. Böyle şeyler oluyor. Sonra giderlerken birer de sigara yaktılar. Tabii ki bu defa hiç şaşırmadım.

Ama şu da var ki, kız taytları gibi kıç ortada pantalon giyen ibne kılıklı erkekleri de artık yadırgamama ve eleştirmeme kararı verdim.

Peşlerinden gitmedim. Bilim Teknik sonra alırdım. Akbilimi bastım. 
"Yetersiz bakiye..." 
Bakiye isminde kuzenim vardı. Hala dava açmamış mıydı bu ikaza... Neyse konumuz bu değil. Akbilimi doldurdum.

Vapur ve deniz havası iyi geldi. Kulaklığımı taktım... Radyo... Bir türkü.
"Görüşmecim yeşil soğan getirmiş..."

Şimdi Ramazan Ramazan, oruç oruç olur mu? Bilmiyorlar mı benim yeşil soğanı çok sevdiğimi? Yağ ve sirke içine bir domates ve bir tutam yeşil soğan... Bolca tuz.

Daha üç saat var. İnsan yavaş yürüyüşle saatte 3 km, hızlı yürüyüşle 7 km yol gidermiş. Yani iftara en az 9 kilometre var....

Hayırlı oruçlar, hayırlı Ramazanlar efendim. Bugün iyiyim, neşem yerinde... Dünyada ne güzel insanlar var bir bilseniz. Veya ben çok şanslıyım.

Sabah biri yazdı. Messenger üzerinden. Artık gerçekten iyi bir insan olduğuna inandığım ama hani nasıl derler, reelde tanımadığım biri.

"Mekke'deyim... Gündüz Bey sizin için ne dua edebilirim..." 
Gerçekten böyle bir şey yaşadım bu sabah.
Benim için ne dualar edilmez ki?

Allah razı olsun, Rabbim umrenizi makbul kılsın. Ne güzel insanlarsınız siz... Rabbim gönlünüzce versin.

Ya da insanoğlu, hep bir şans sahibi mi?