Kadının biri zengin bir evde temizlikçi olarak çalışıyormuş.
Dışarıda da nasıl yağmur yağıyor ama göz gözü görmüyor. Son rütuşları yapıp tam çıkacakken evin beyi gelmiş. Evin hanımı "aman beyim hoş geldin sefa getirdin canın ne istiyor hemen hazırlayım. Aaa sen ıslanmışsın hasta olacaksın, çıkar şu üstündekileri ben sana kıyamam" demiş.
Sessiz sessiz hem işini yapıp hem olan biteni izleyen temizlikçi kadın içinden "kadına bak kocasını ne güzel karşıladı. Eve gidince bende kocama aynısını yapayım" demiş.
Neyse efendim eve gitmiş yağmur devam ediyor hâlâ...
Kocası girmiş içeri, "ooo hoş geldin hayatım günün nasıl geçti canın ne istiyor söyle hemen yapayım, ya da dur sen şu üstünü değiştir İT gibi titriyorsun" demiş...
Bazen bazı şeyler üstümüzde ne kadar uğraşsak bile eğreti duruyor, yakışmıyor. Belki yetiştirilme tarzımız belki İbn Haldun'un ifadesi ile coğrafyanın kader oluşu hep sakladığımız yerlerden açık verdiriyor bizlere.
Kendimiz gibi olmayı yeterli görmüyor, başkaları gibi olursak hakiki mutluluğa erişeceğimize inanıyoruz.
Salt batı hayranlığının çıkış noktası da tam burası!
"Bunu alan bunu da aldı" diye pazarlanan ne varsa şapkasından, valsına üstümüzde hep eğreti durdu.
"Ortadoğu'ya sıkıştık kaldık abi" ile başlar batı hayranları ve her cümle genelde "olm bizde şans olsa burada değil Fransa'da doğardık" ile biter ve Batı'dan bahsederken genelde gözlerinin içi parlar. Anlamadığı anlamsız tabloların önünde durmayı, anlamadığı dilde müzikler dinlemeyi ve adını yazamadığı adamların fikirlerinden bahsetmeyi bir gelişmişlik emaresi olarak görürler ve öyle yaşarlar.
Genelde ülkeyi otel gibi kullanırlar, bir gün mutlaka buradan gidecekler ve çocukları asla bu topraklarda yaşamayacaktır. Ağızlarında "bu ülkenin geleceği benim çocuklarımın geleceği olmayacak" sözü sakız olmuştur.
Bundan bir asır önce her köyde bir iki tane alim, fakih, filozof vardı bu topraklarda. Biz onlardan ilerideydik demek istemiyorum ama biz onlardan asildik. En azından kendimiz gibiydik. Kendi kıyafetimizin rengine şekline biz karar veriyor, kendi edebiyat tarzımızı koruyor, kendi şiirlerimizi okuyor, Aşık Veysel'ler yetiştiriyor, Dede Efendi'ler dinliyorduk.
Kötü mü onlara benzemek?
Yani yazılmış güzel bir eseri hayranlık ile okumak, onların dilinde yazılmış bir şarkıda duygulanmak kötü şeyler mi? Yoo, değil!
Kötü olan kendi kültürümüze, batı hayranlığı üzerinden düşmanlık beslemek aslında. "yha onda Avrupai bir hava var zaten", "aaa filanca ülkeye mi gittin insanları çok farklı dimi", "tipik ortadoğulu işte" gibi cümleleri kurma ezikliğinin istemsiz dışarı vurulması kötü olan.
Sonra kendi coğrafyamızın sorunlarına onların kafaları ile çare arıyor bulamayınca "İT" gibi titriyoruz.
Eğer gerçekten sorunlarımıza gerçekçi çözümler arıyorsak, işe kim olduğumuzu kabullenerek başlamamız gerekiyor.
Dışarıda da nasıl yağmur yağıyor ama göz gözü görmüyor. Son rütuşları yapıp tam çıkacakken evin beyi gelmiş. Evin hanımı "aman beyim hoş geldin sefa getirdin canın ne istiyor hemen hazırlayım. Aaa sen ıslanmışsın hasta olacaksın, çıkar şu üstündekileri ben sana kıyamam" demiş.
Sessiz sessiz hem işini yapıp hem olan biteni izleyen temizlikçi kadın içinden "kadına bak kocasını ne güzel karşıladı. Eve gidince bende kocama aynısını yapayım" demiş.
Neyse efendim eve gitmiş yağmur devam ediyor hâlâ...
Kocası girmiş içeri, "ooo hoş geldin hayatım günün nasıl geçti canın ne istiyor söyle hemen yapayım, ya da dur sen şu üstünü değiştir İT gibi titriyorsun" demiş...
Bazen bazı şeyler üstümüzde ne kadar uğraşsak bile eğreti duruyor, yakışmıyor. Belki yetiştirilme tarzımız belki İbn Haldun'un ifadesi ile coğrafyanın kader oluşu hep sakladığımız yerlerden açık verdiriyor bizlere.
Kendimiz gibi olmayı yeterli görmüyor, başkaları gibi olursak hakiki mutluluğa erişeceğimize inanıyoruz.
Salt batı hayranlığının çıkış noktası da tam burası!
"Bunu alan bunu da aldı" diye pazarlanan ne varsa şapkasından, valsına üstümüzde hep eğreti durdu.
"Ortadoğu'ya sıkıştık kaldık abi" ile başlar batı hayranları ve her cümle genelde "olm bizde şans olsa burada değil Fransa'da doğardık" ile biter ve Batı'dan bahsederken genelde gözlerinin içi parlar. Anlamadığı anlamsız tabloların önünde durmayı, anlamadığı dilde müzikler dinlemeyi ve adını yazamadığı adamların fikirlerinden bahsetmeyi bir gelişmişlik emaresi olarak görürler ve öyle yaşarlar.
Genelde ülkeyi otel gibi kullanırlar, bir gün mutlaka buradan gidecekler ve çocukları asla bu topraklarda yaşamayacaktır. Ağızlarında "bu ülkenin geleceği benim çocuklarımın geleceği olmayacak" sözü sakız olmuştur.
Bundan bir asır önce her köyde bir iki tane alim, fakih, filozof vardı bu topraklarda. Biz onlardan ilerideydik demek istemiyorum ama biz onlardan asildik. En azından kendimiz gibiydik. Kendi kıyafetimizin rengine şekline biz karar veriyor, kendi edebiyat tarzımızı koruyor, kendi şiirlerimizi okuyor, Aşık Veysel'ler yetiştiriyor, Dede Efendi'ler dinliyorduk.
Kötü mü onlara benzemek?
Yani yazılmış güzel bir eseri hayranlık ile okumak, onların dilinde yazılmış bir şarkıda duygulanmak kötü şeyler mi? Yoo, değil!
Kötü olan kendi kültürümüze, batı hayranlığı üzerinden düşmanlık beslemek aslında. "yha onda Avrupai bir hava var zaten", "aaa filanca ülkeye mi gittin insanları çok farklı dimi", "tipik ortadoğulu işte" gibi cümleleri kurma ezikliğinin istemsiz dışarı vurulması kötü olan.
Sonra kendi coğrafyamızın sorunlarına onların kafaları ile çare arıyor bulamayınca "İT" gibi titriyoruz.
Eğer gerçekten sorunlarımıza gerçekçi çözümler arıyorsak, işe kim olduğumuzu kabullenerek başlamamız gerekiyor.