"Meltem kuaförüne gelin ve EN GÜZEL siz olun"
"İpana tri di vayt LÜKS ile insanlar gülüşünüzden bakışlarını alamasın"
"Neşeli ahtapot ile oynarsan KAZANAN sen olabilirsin"
"Barbie ile HER ŞEY mümkün"
"En az 45 dakika süren KESİNTİSİZ ferahlık"
Kadın, erkek, çocuk fark etmiyor bu ve benzeri reklam sloganlarına gün içinde defalarca maruz kalıyoruz. Büyük harfler ile yazdığım zihinsel kodları gıdıklayan kelimeler ile en mükemmel, en harika, en kusursuz, en güçlü olmamız gerektiği işleniyor algılarımıza.
Reklâmlar insanlara artık bir ürünü değil, bir hayali satıyor.
Bir zaman sonra Coca Cola iftar reklamı yaptı diye ona minnet duymaya hatta bizden görmeye başlıyor, yetmiyor ramazan deyince aklımıza buz gibi cola gelmeye başlıyor. Aynı reklâmlar ile kurban bayramında etleri paylaşmak yerine dondurucu almamız gerektiğine ikna oluyoruz.
Yaz olunca tatile gitmek gerektiğine ikna ediliyor, gidemeyince mutsuzlaşıyoruz. Elektriklenen saçlarımızın sebebini o hep alamadığımız pahalı şampuanın eksikliğinden zannediyor, 73738383 kodu olan ruju bulamayınca kendimizi yeterince kadınsı hissedemiyoruz.
O kaşlar mutlaka yay gibi olmalı olmazsa toplumsal dışlanma yaşayacağımızı düşünmeye başlıyoruz. Reklamlarda gördüğümüz oyuncağı çocuğumuza alınca kendimizi olmuş, alamayınca eksik yetersiz hissediyoruz. Hiç oynamayacağı oyuncaklara, hiç giymeyeceği elbiselere sadece sahip olma iç güdüsünü tatmin için binlerce para verip bu sefer israfın önünü alamıyoruz.
Bugün "Black Friday" adı altında sanki normal zamanlar da çok az israf yapılıyor gibi bunu batı tarzı gelenekselleştirmeye çalışmamız, geldiğimiz noktanın cinnet eşiğinin bir adım gerisi gibi duruyor.
Bir deli delirmek üzere olduğunu nasıl önceden bilemezse biz de hayatın akışı içinde nasıl bir felakete gittiğimizin farkında değiliz.
Kurbağa deneyinde olduğu gibi...
Eğer bir kurbağayı kaynayan bir suya birden bırakırsanız kurbağa zıplayıp o sudan kaçıyor, ama aynı kurbağayı soğuk suya koyup altını açarsanız kurbağa o suya adapte olduğu için o suda haşlanarak ölüyor. Öleceğini anlamadan orada öylece bekliyor.
Hissedemediğimiz her duygu ve düşünce bizi "eksik" hissettiriyor. Eksik hissettikçe "tam" olmaya çalışıp, bir insanın bu hayatta asla "tam" olamayacağını unutuyoruz. Her eksik yanımız sırf toplum standartına uymuyor diye omuzumuzda taşıdığımız küfe olarak duruyor.
Gittiğimiz her yere o eksik (!) ile giriyor, akşam onunla yatıyor sabah onunla yola çıkıyoruz.
Sonra hep yorgunluktan şikayet ediyoruz. Zihinsel yorgunluktan bahsetmiyorum, bildiğin insanlar dâhiliye servislerinin önünde kuyruk oluyor bundan dolayı. Genelde psikiyatriye sevk ile sonuçlanıyor bu tetkikler. Herkes yorgun, herkes bıkmış...
Onca yük ile geziyoruz, bunların olması normal değil mi?
Kadın, erkek, çocuk fark etmiyor bu ve benzeri reklam sloganlarına gün içinde defalarca maruz kalıyoruz. Büyük harfler ile yazdığım zihinsel kodları gıdıklayan kelimeler ile en mükemmel, en harika, en kusursuz, en güçlü olmamız gerektiği işleniyor algılarımıza.
Reklâmlar insanlara artık bir ürünü değil, bir hayali satıyor.
Bir zaman sonra Coca Cola iftar reklamı yaptı diye ona minnet duymaya hatta bizden görmeye başlıyor, yetmiyor ramazan deyince aklımıza buz gibi cola gelmeye başlıyor. Aynı reklâmlar ile kurban bayramında etleri paylaşmak yerine dondurucu almamız gerektiğine ikna oluyoruz.
Yaz olunca tatile gitmek gerektiğine ikna ediliyor, gidemeyince mutsuzlaşıyoruz. Elektriklenen saçlarımızın sebebini o hep alamadığımız pahalı şampuanın eksikliğinden zannediyor, 73738383 kodu olan ruju bulamayınca kendimizi yeterince kadınsı hissedemiyoruz.
O kaşlar mutlaka yay gibi olmalı olmazsa toplumsal dışlanma yaşayacağımızı düşünmeye başlıyoruz. Reklamlarda gördüğümüz oyuncağı çocuğumuza alınca kendimizi olmuş, alamayınca eksik yetersiz hissediyoruz. Hiç oynamayacağı oyuncaklara, hiç giymeyeceği elbiselere sadece sahip olma iç güdüsünü tatmin için binlerce para verip bu sefer israfın önünü alamıyoruz.
Bugün "Black Friday" adı altında sanki normal zamanlar da çok az israf yapılıyor gibi bunu batı tarzı gelenekselleştirmeye çalışmamız, geldiğimiz noktanın cinnet eşiğinin bir adım gerisi gibi duruyor.
Bir deli delirmek üzere olduğunu nasıl önceden bilemezse biz de hayatın akışı içinde nasıl bir felakete gittiğimizin farkında değiliz.
Kurbağa deneyinde olduğu gibi...
Eğer bir kurbağayı kaynayan bir suya birden bırakırsanız kurbağa zıplayıp o sudan kaçıyor, ama aynı kurbağayı soğuk suya koyup altını açarsanız kurbağa o suya adapte olduğu için o suda haşlanarak ölüyor. Öleceğini anlamadan orada öylece bekliyor.
Hissedemediğimiz her duygu ve düşünce bizi "eksik" hissettiriyor. Eksik hissettikçe "tam" olmaya çalışıp, bir insanın bu hayatta asla "tam" olamayacağını unutuyoruz. Her eksik yanımız sırf toplum standartına uymuyor diye omuzumuzda taşıdığımız küfe olarak duruyor.
Gittiğimiz her yere o eksik (!) ile giriyor, akşam onunla yatıyor sabah onunla yola çıkıyoruz.
Sonra hep yorgunluktan şikayet ediyoruz. Zihinsel yorgunluktan bahsetmiyorum, bildiğin insanlar dâhiliye servislerinin önünde kuyruk oluyor bundan dolayı. Genelde psikiyatriye sevk ile sonuçlanıyor bu tetkikler. Herkes yorgun, herkes bıkmış...
Onca yük ile geziyoruz, bunların olması normal değil mi?